Soykırım terenesi üzerine…


Bu soykırım mevzusu amerikanın geçen hafta meclisinden geçti ya yarında isveç meclisinde konuşulacakmış ve geçen senelere göre durum daha da değişmiş miş ve geçen seneki gibi kabul edilmeme durumu söz konusu değilmiş muhtemelen bu sefer kabul edilecekmiş.

Edilsin neden bu kadar geriliyoruz anlamadım gitti. Geçti borun pazarı misali biz nedense iş iş ten geçince ortalığı strese vermeyi çok biliyoruz. Her sene mart ayında bu tereneler usanmadan tekrarlanıyor işte. Bir ara yunanistanda eylül ve ekim aylarında durup dururken ege de kıta sahanlığı gerginliği yapardı nedense. Şimdiler de iflas ettiler de bir kaç senedir eylül ekim aylarında rahatız nedense. Bakınız daha önceki senelere yada kardak diye aratın nette vardır tonla yazı işte.

Bende bu ermeni meselesi hakkında bir kaç satır yazayım diye düşünürken sabah haberlerinde STAR GAZETESİNDEN Sayın Mustafa AKYOL’a ait bir yazıyı görünce düşüncelerime tercüman olmuş adam diyerek yazı yazmak yerine onun yazısını düşüncelerime bir nevi tercüman olsun diye burada yayınlayalım dedik sizde okumadı iseniz okuyun bari.

‘Soykırım’ meselesinde gerçekçilik zamanı

mustafaakyol@stargazete.com- 10 Mart 2010 Çarşamba stargazete…

Her sene aynı şeyi yaşıyoruz. Mart kapıdan gözüküyor ve bizler Amerika’dan yeni bir “soykırım” lafı çıkıp çıkmayacağına kilitleniyoruz. Washington’a giden siyasetçilerimiz lobi yaparken resmi ağızlar “böyle talihsiz bir adımın Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl zedeleyeceği” uyarısında bulunuyor.

Ama bu tabloda ahlâki açından rahatsız edici bir yön var: Amerika’da veya genel olarak Batı’da bu konuda fikir bildiren insanların ezici çoğunluğu, 1915’in bir “Ermeni Soykırımı” olduğuna inanıyor. İnanmıyor da sırf Türkiye’ye “hareket çekmek” için gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor değiller yani. Biz ise bu durum karşısında “tarihsel hakikat”ten ziyade “siyasi baskı”ya yaslanmak zorunda kalıyoruz.

Peki ama neden dünyanın çoğu 1915’in bir “Ermeni Soykırımı” olduğunda hemfikir?

Çünkü, hem yaşanan trajedi gerçekten çok büyük, hem de bunu tarihin derinliklerinde gömülmekten alıkoyan, aksine Batı kamuoyunun gözüne sokan güçlü bir Ermeni diasporası var.

Eğer Osmanlı Müslümanları’nın imparatorluğun son yüzyılında hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da yaşadıkları korkunç kıyımları da bu şekilde gündemde tutacak, akademik literatürde işleyecek, popüler kültürde yerleştirecek bir “ Osmanlı Müslümanları diasporası” olsaydı, durum farklı olurdu. Belki o zaman Sırplar, Bulgarlar veya Yunanlılar da “soykırım tasarıları” ile uğraşırdı.

Bunu bir defasında Amerikalı bir diplomatla konuşmuştum. “Niye Ermeniler’in trajedisi hep gündemde de, Balkanlar’da tehcir ve katliama uğrayan Türklerinki değil” diye sordum. “Basit” dedi. “Türklerin kayıplarının derdine düşen olmamış da ondan.”

Bu durum karşısında ise ne bir “Ermeni komplosu”na hükmetmek ne de “Haçlı Batı”ya lanetler yağdırmak gerek. Yapmamız gelen, durumdan ders çıkarmak ve sonra da “soykırım” meselesinde yeni bir anlayış ve dil inşa etmek.

Bunun için de en başta gerçekçi olmamız gerekiyor. Bugüne kadarki yaygın “Türk tezi” pek gerçekçi olmadı, çünkü “Ermeni mezalimi”nden başka bir şeye odaklanmadı ve Ermeniler’in yaşadığı büyük trajediyi ya küçümseme ya da tümüyle görmezden gelme yoluna gitti.

Bu, Kürt meselesini tartışmaya, “bir dakika, Kürt diye bir şey yoktur ki, onlar dağ Türküdür bir kere” diye akıl dışı bir tezle girmek gibiydi. Karşınızdakini sadece sizin saçmalamakta olduğunuza ikna edebiliyordu.

Bunu artık aşmak ve 1915’in ne olduğuna dair, gerçekçi, insani ve ahlâki bir sorgulamaya girişmek gerekiyor.

Bir kere tanımı ne olursa olsun, yüzbinlerce sivil Ermeni’yi yok etmiş korkunç bir olaydan söz ediyoruz. Bu insanların ve onların torunlarının acısını görmezden gelmek veya küçümsemek değil, aksine anlamak ve paylaşmak lazım.

Dönemin İttihat ve Terakki hükümetinin tehcir kararını da tartışmak lazım. Evet, o sırada Ermeni çeteleri Osmanlı ordusunu arkadan vuruyordu. Evet, “cephe güvenliği” şarttı. Ama aralarındaki bazı “teröristler” yüzünden tüm bir halkı sürgün etmek doğru muydu? En azından kadın, çocuk ve yaşlılar tehcirden muaf tutulamaz mıydı?

Olay bence de “soykırım” değil ve bu tanıma karşı çıkmak hakkımız. Ama soykırım tezinin tek alternatifi de “yapılanlar doğruydu, Ermeniler hak etmişti” demek değil.

Bu iki ucun arasında daha girift bir gerçek var ki, onu aramamız lazım. Bu, siyaseten daha akılcı olacağı gibi, ahlâken de daha doğru olacak.
yazı için buradan

BÇG,Jitem ve askeri harcamalar…


Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bakalım yargı yani Sayıştay askeri harcamaları inceleyebilecek mi? Asıl gümbürtü o zaman kopacak” diyor ama o kadar cesur yargıç çıkacağı konusundaki endişesini de dile getiriyor.

E. Orgeneral Çetin Doğan’ı dinleyenlerin ortak görüşü topluma ve siyasete abilik yapma, gerekirse hizaya getirme hakkını kendinde gören bir anlayışta olduğu şeklindeydi. Kısaca askeri vesayetin devam etmesini canlı bir örneği ile karşı karşıyaydık.

BÇG hakkında suç duyurusunda bulunulmalıdır

Sayın Doğan “Batı Çalışma Grubunun başkanıydım” diye açıkça itirafta bulundu. BÇG veya JİTEM benzer kuruluşlardır. Genelkurmay JİTEM adında bir kuruluşumuz yoktur diyerek toplumun gözünün içine bakarak doğruyu söylememiştir.

JİTEM gerçeği maalesef BÇG içinde geçerlidir. Çünkü savcılar arşivlere bir el atsa neler çıkar neler rahatlıkla aynı durumu göreceğiz. Çetelerin Psikolojik Harekat birimleri ile toplumu nasıl fişlediklerini, toplumun bir kesiminin düşman görülmesini, Türkiye’de Baas tipi bir rejim kurulmak istendiğini hep göreceğiz. Yakın tarihimizin gazete başlıklarını hep anlayacağız. Genelkurmay JİTEM gibi BÇG’nin de savunulacak bir yönü olmadığını biliyor.

“28 Şubatta yaptığımız doğruydu” sözü ile Genelkurmayın koridorlarında İsrailli subayların niçin dolaştığını ve o tarihlerdeki kamu harcamalarını inceleyerek yapılanların doğru olup olmadığını anlayabileceğiz.

Bakalım yargı yani Sayıştay askeri harcamaları inceleyebilecek mi? Asıl gümbürtü o zaman kopacak. Ama o kadar cesur yargıç çıkabilecek mi bilemiyoruz.

Çetin Doğan’a vasi olma hakkını kim verdi?

Sayın Doğan “Ülke o duruma düşerse, şu anda değil ama, sıkıyönetim ilanı için çalışacağız” sözü ile plan tatbikatının iç siyasete yönelik olduğunu açıkça itiraf etmiştir.

Yanlış iç tehdit değerlendirmesi, yasalardan alınmayan yetkilerle hareket etme planı ve siyasete müdahale etmeyi doğal kabul eden anlayış milletin üzerinde bir suç işlemektedir. Sayın Çetin Doğan yasa dışı işler yapan Batı Çalışma Grubu’nu savunarak ve topluma vesayet taslayarak suç işlenmektedir.

Vesayet, vasi olmak yani kendi kendini yönetemeyen akıl hastalığı veya zayıflığı olan birisinin özgürlüğünün kısıtlanarak korunması demek. Böylece kişi yanlış kararlar vererek kendisini ve ailesini tehlikeye atması önlenmiş olur. Kişiyi korumak ve kollamak amacı vardır. Güç ve iktidar vasi veya doğal vesayet olan veli elindedir.

Vesayetin üç aşaması ve  “Asker ne der?” algısı

Hukukta vesayetin üç aşaması vardır. Birinci tam vesayet hiçbir tasarrufu yoktur, imza yetkisi yoktur. Banka işlemi evlenme, para çekme gibi hiç bir medeni hakkını kullanamaz. Sadece vasisi onun hakkında karar verir söz hakkı yoktur. İkincisi Kayyum tayini, yani imza yetkisini tek başına kullanamaz, mahkemenin tayin ettiği kişi ile ortak imza ile işlemler yapılır. Üçüncüsü müşavir tayini müşavirinin onayı ile tek başına karar verir. Özgürlüğü kısıtlanmıştır.

Vesayetin hangi türü olursa kişi karar verirken “Vasim ne der?” diye düşünüyorsa vesayet vardır. Eğer bir vasi yetkisi olmadığı halde sözlü ve yazılı tasarrufa devam ederse suç işlemiş olur. Yasaların vermediği yetkiyi kullanmış olur.

Generaller bu milletin vasisi gibi davranamaz

Generaller yasaların vermediği yetkiyi gizli plan ve harp oyunları ile kullanmışlar ve askeri müdahaleler yapmışlardır. Askeri vesayeti BÇG gibi hukuk dışı yollarla devam ettirmek istemişlerdir. Askeri günlük siyasetle uğraşması suçtur. Vasilik taslaması suçtur.

Günlük siyasi davranışa dönersek Ankara’da millet adına Türkiye’yi yönetme yetkisi alanlar milletim ne der, hukuk ne der yerine “Asker ne der” diye düşünüyorlarsa  orda askeri vesayet var demektir.

Vesayet mahkeme kararı ile kalktıktan sonra vasi elindeki gücü kullanarak vesayetini devam ettirmek isterse vesayetten çıkan kişinin yeter artık demesi gerekir. Eğer kişi yeter artık diyemiyorsa vesayetin kalkmasını hak etmemiştir. Ya korkaktır ya menfaati bunu gerektiriyordur. Ama artık özgürlüğüm kısıtlı diye şikayet etme hakkına sahip değildir.

Silahsız Kuvvet Mardinlileri Kutluyorum

14 Mayıs 1950’de bu millet çok partili rejime geçtikten sonra vesayet resmen kalkmıştı. Fakat demokrat partinin hataları ve halkın özgürlüğüne sahip çıkmaması sonucu vesayet devam ediyor. Askeri müdahalelerle yenilen tokatlarla toplumun kendine güveni zedelenerek bugüne gelindi.

Bugün toplumun kendine güveni en yüksek seviyededir. Askeri vesayetin sorgulandığının en büyük kanıtı askeri müdahalelere sesini yükselterek tepki vermesi ve televizyon karşısında kendisine vasilik taslayan emekli orgeneralin zavallı duruma düşmesidir.

Batı Çalışma Grubu’nun yasal olduğunu savunuyor. Halbuki BÇG sahte raporlar hazırlayan toplumu fişleyen, andıçlar üreten, bilgi notları ile toplumu gerginlik içinde tutarak kontrolü elinde tutmaya çalışan şer odağı idi.

BÇG sahte delil üreterek Yüksek Askeri Şura’da komutanları yanıltmıştı. Eğer kayıtlarına savcılar ulaşabilirse toplumsal ve siyasal olayların arka planının böylece çözebiliriz.

Harp oyunlar ve plan tatbikatları doktora tezi gibidir askeri hafızayı oluşturur. Hiç bir zaman tamamen yok edilmez. Genelkurmayın orijinal nüshayı göstermesi bütün tartışmayı bitirecek iken gösterememektedir. Demek ki bilgiler doğrudur.

Türkiye’nin kurumsal ekseni askeri eksenden batıdaki gibi bilimsel eksene kaydırmak için cesur siyasetçi, cesur yargıç kadar cesur vatandaşa da ihtiyaç vardır. Kültürlerin beşiği Mardin balyoz simgesi ile özgürlüğüne sahip çıkma yürüyüşü yaptı.

“Devlet kendi rejimini koruma görevini sadece TSK’ya vermemiş… öhö… öhö… hepimize vermiştir” diyerek medyayı dolduruşa getiren paşanın oyunu ortaya çıktı. Bu tip generaller kendi rızaları ile toplumdan vesayetlerini kaldırmayacak toplumun hakkına sahip çıkmasından başka yol yoktur. Cuntacıların şahsını ayrı ele alarak, TSK’mızı yıpratmadan haklarımıza sahip çıkabilmeliyiz.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan – Haber 7

haberin kaynağı için tıklayın (tabi yayından kaldırılmadı ise)